1 Haziran 2011 Çarşamba

Bir İstek!

Asya severler bilirler, drama, filmler ve müzik söz konusu olduğunda Kore, diğer uzakdoğu ülkelerinin önüne geçer sayısal anlamda. Bunun belli bir nedeni yok tabi ki, belki Türkiye'de yayınlanan Kore dramaları, belki Kore'nin geleneksel yapısının bize daha çok uyum göstermesi, belki de Japonya'nın fantastik ruhunu tam olarak kavrayamamış olmamızdan kaynaklanıyor olabilir. Ben kendi adıma Japon dramalarını ve filmlerini ayrı severim, hatta izlerken kendimden geçerim. Bu sebeple blogger dostum Suflör'ün isteğini, ricasını dikkate alarak elimden geleni yapmaya karar verdim.
Japon dramaları da Türk televizyonlarında yayınlansın istiyor (istiyoruz). Her zaman en çok istediğimiz şey hayran olduğumuz dramaları, filmleri, müzik gruplarını Türkiye adı altında bir şekilde izleyebilmek, görebilmektir. Elimizde olsa herhalde şu an Türkiye'de sadece Asya içerikli şeyler gösteriliyor olurdu.
Neden? Zaten internetten takip ediyoruz evet ama televizyondan, aynı anda binlerce kişiyle aynı duyguyu paylaşarak izlemenin keyfi, hazzı bir başka. Televizyonda üç-beş dakikalık klipleri izlerken bile çocukça bir sevinçle, sanki adamlar bize gelmiş gibi heyecanlanıyoruz.
İşte tüm bu sebeplerle ne gerekiyorsa yapacağım, siz de yapsanız çok güzel olur. Belli mi olur, belki de gerçekleşir. Aşağıdaki bağlantıdan isteğin sahibini ve ne yapabileceğimizi görebilirsiniz..
Bir İsteğim Olcaktı

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Çok İstiyoruz!

Çok istiyoruz çünkü çok seviyoruz, biz bir grup Türküz ve BigBang'i çok seviyoruz. Bunun üzerine sevgili ajansımız YG bize bir şans veriyor ve "Çok isterseniz onları size getireceğim." diyor. İşte bu söz bile bizi deli gibi heyecanlandırmaya yetiyor.
Tek yapılması gereken bu linke tıklayıp Türkiye'yi beğenmek (like). Tekrar tekrar oy kullanılabildiğini düşündüğümüzden bu işlem birkaç dakika arayla yenilenebilir.
Bunun için sadece BigBang fanı olmak gerektiğine inanmıyorum, hepimiz için çok önemli bir fırsat olduğunu düşünüyorum.

Metropol Günlüğü

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Still Walking (Aruitemo Aruitemo)

Japon sinemasının bir klasiği olmayı hak eden, izlerken kendimi, ruhumu, duygularımı dinlendirebildiğim harika bir film. Filmin konusu yok, bence. Bir ailenin öylesine bir gününü anlatıyor. Hiçbir olay yaşanmıyor, iyi ya da kötü herhangi bir sürpriz yok. Kardeşlerden birinin ölümünden sonra bir anma gününde bir araya gelen anne, baba, iki kardeş ve onların eşleriyle çocukları; yazın en sıcak günlerinde beraber vakit geçiriyorlar. Bu kadar film. Neden harika; çünkü filmde hiçbir çekici unsur olmamasına rağmen hiç sıkmıyor. İzleyici olarak siz de onlarla beraber yaşıyormuşsunuz gibi bir his veriyor ve oturup o insanların hayatına tanıklık ediyorsunuz. Film bu haliyle bile merak uyandırabiliyor. Birçok insanın sıkıcı bulabileceğini biliyorum ama bence Asya kültürüne merak ve hayranlık duyan bizim gibi insanlar için onları daha yakından tanımak, yaşantılarına tanıklık etmek adına izlenebilecek çok iyi bir film. Mekan olarak geleneksel bir Japon evi seçilmiş diyebilirim, evdeki eşyalar sizi içine çekip sanki yıllardır orada yaşıyormuşsunuz hissi uyandırıyor. Evdeki yaşanmışlık sizi de kendi içine alıp oraya, tam o noktaya götürüyor. Seçilen aile ise neredeyse bildiğimiz, hep şahit olduğumuz türden bir ilişkiye sahip. Pek konuşmayan (hatta hiç konuşmayan) bir baba, sürekli bir şeylerle meşgul olan, yemek hazırlayan, misafirlerini mutlu etmeye çalışan bir anne, babalarından çekinen çocuklar... Bu bizim bildiğimiz türden aile kavramına oldukça yakın. İşte bu filmi harika yapan bu kadar gerçek olması. Bizden gibi, bizim evimiz, bizim hikayemiz gibi. Buna bir de Japon insanının o heyecan verici geleneksel hayat tarzı eklenince doğal olarak film harika oluyor. Sonuç olarak izleyip "bu ne ya?" dememek için baştan söyledim, bunlarla ilgilenmiyorsanız filmde sizi çekecek herhangi bir şey yok. Ama ben severek izledim.

Bestseller (Beseuteuselleo)

Kafayı bir şeyler yazmakla bozanların (misal ben) en ilgisini çeken hikayelerdir herhalde bir yazarın hayatının anlatıldığı filmler. İşte bu da onlardan biri ama türü gelirim. Aslında bir yazar için en gerilimli olay yazamamaktır, filmde bundan da bahsediliyor ama asıl konu ve bir yazar için daha kötüsü yazdıklarının daha önce yazılmış olması ve kendisinin izinsiz alıntı yapmakla hatta hikayeyi çalmakla suçlanması olmalı. Filmin konusu özetle budur. Eom JeongHwa, başrolümüz bir yazar ve başından bu talihsiz olaylar geçiyor, filmi gerilim türüne sürükleyen ise yaşanan bazı spiritual olaylar. Böyle söyleyince biraz tuhaf oldu ama spoiler verme riskini göze alamam (en deli olduğum şey).
Filmin akışı, olayların anlatılışı, oyuncular, hikaye, mekanlar her şey çok iyi tasarlanmış ve hazırlanmış. İzlerken kendiliğinden akıp gidiyor, sıkmıyor. Eğlenceli değil ama oldukça keyifli. Gerilim, biraz da aksiyon tarzından hoşlananlar için kesinlikle ideal bir film. Öyle aşırı gerilecek bir şey de yok aslında. Sürükleyici bir hikayeye biraz da heyecan katmak istemişler ve çok yerinde olmuş. Bu filmde özellikle oyunculukların ve senaryonun büyük başarısı, hikayenin bambaşka açılardan birleşerek bir bütün oluşturması filmi oldukça çekici bir hale getirmiş. Kesinlikle tavsiye ediyorum, izlenmesi gereken bir film.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Kapında biri var!

Tam kapının arkasında, seni bekleyen ama senden habersiz biri var. Senin onu beklediğin gibi o da seni bekliyor. Hiç görmedi seni, hiç de tanımıyor, hakkında tek kelime bile bilmiyor ama seni bekliyor.
Onu hissediyorsun hatta soluğunu duyabiliyorsun. Kapının tam önünde elin kapının kolunda delicesine açmak isterken açmamaya yemin etmiş gibi kararlısın, öylece duruyorsun. Bir yandan seni sonsuza kadar beklemesini diliyorsun bir yandan bir an önce pes edip gitmesini istiyorsun.
Tam kapının arkasında, adını bilmediğin, yüzünü görmediğin, sesini duymadığın biri var, seni bekleyen ama senden habersiz biri. Tek istediği şey sensin, senin tek istediğin şeyin o olduğu gibi. Her şeyi isteyen ama hiçbir şeyi olmayan insanlar gibisin. Çok yakınsın ona, aynı rüyayı görecek kadar, aynı hayali kuracak kadar. Ama kapıyı açman lazım onun ruhuna dokunabilmek için.
Tam kapının arkasında, hayata senin gibi bakan, senin gibi gülen, senin gibi ağlayan biri var, seni bekleyen ama senden haberi olmayan biri. Habersizce gelen ılık bahar yağmurları gibi, gelmiş kapına. Kapıyı açmasan da aranızdaki duvarı yıkabilmeni istiyor. Onu öylece kabullenip, sorgulamadan içeri almanı, kendini ona bırakmanı istiyor. Senin kendini ona bırakmak istediğin gibi.
Tam kapının arkasında, sana senin gibi dokunabilen, gözyaşların akmasa da ağladığını fark eden, sana bakarken kendini her şeyden arınmış hissetmeni sağlayan biri var, seni bekleyen ama senden haberi olmayan biri. Güneş doğdu diye kaybolan yıldızlar gibi, yıldızların arasında kaybolan güneş gibi. Ezelden beri seninleymiş ama sonsuza kadar seninle olamayacakmış gibi. Bu dünyada hiç var olmamışsın gibi, dünya seninle var olmuş gibi.
Tam kapının arkasında, seni tanıyan, seni anlayan, seni seven, seni özleyen biri var, seni bekleyen ama senden haberi olmayan biri. Senin dünyadan haberin olmadığı gibi!

First Love (A Little Thing Called Love)

Tesadüfen rastladığım ve çok zevk alarak izlediğim, üstelik hayran kalarak bitirdiğim bir filmdir. Hikayenin teması insanlık tarihinin en bilindik serüveni; aşk. Karakterler aşkın en saf halinin yaşandığı çağdalar, tabi bu da yaşadıkları aşkı daha bir masumlaştırıp, saygı duyulası hale getiriyor. 
Belki ikinci Thai filmidir izlediğim, pek izlemem. Aslında izlemeye vaktim olmuyor ya da Kore - Japon filmlerinden ona sıra gelmiyor demek daha doğru. Ama bu filmden sonra daha dikkate alınır olduklarını unutmayacağım. 
Oyunculuklar, hikaye ve karakterler tamamen oturmuş, hatta daha iyisi olabilemezmiş diye düşünüyorum. Entrika, hırs, öfke, şiddet, macera, tutku vs. hiçbiri bu filmde yok! Sakin, huzur içinde izlenebilecek ve aynı zamanda çok zevk alınabilecek bir gençlik filmi.  
Asıl hatunumuz yani Fern Pimchanok Leuwisedpaiboon (ve bu isim nasıl telaffuz edilir kısmında tıkanmış durumdayım (O_o), evet asıl hatunumuz tam bir çirkinlik abidesi olarak başlıyor filme. Hani ortaokul çağında çocukların gelişimi en üst düzeydedir ve bir o kadar da çirkindirler (bknz çeşitli Asian Guy), üstelik büyüyünce neye benzeyeceklerine dair en ufak bir öngörüye sahip olamazsın, işte tam o döneminde. 
Ne hazindir ki aşık olduğu dönem de tam o döneme denk gelir ve hikaye böyle başlar. Çocukça ve masumca yapılan "aşık olduğun adama yakınlaşma çabaları", zavallıca ve çaresizce düşünülen "aşık olduğun adama kendini gösterme oyunları", umutsuzca ve aynı zamanda ümitle tasarlanan "aşık olduğun adamın dikkatini çekme çabaları"...
Sonunda başarıyor mu? Hem evet hem hayır. Hangi okulun en popüler çocuğu oldukça çirkin hatta ezik bir kıza aşık olur? Ve hangi erkek çaresizce kendini seven genç bir kızı görmezden gelebilir? Ancak izlerseniz ne demek istediğimi anlarsınız.
Sonuç olarak kesinlikle tavsiye ediyorum, bu filmi izleyip ruhunuzu dinlendirin.

3 Mayıs 2011 Salı

Areumdabda!

Her güne en az bir film -ya da birkaç bölüm drama- kampanyam gereğince geçen gece Kim KiDuk imzalı "Beautiful" filmini izledim. Yine psikolojik olarak derin etki yaratan bir filme imza atan KiDuk'la oturup sohbet etmek istiyorum. Hangi insan, ne düşünceyle böyle bir senaryo yazabilir çok merak ediyorum. Film için psikolojik-gerilim türünde demek yanlış olmaz. Son dönemde aşırı saplantılı hikayeler yazmama rağmen KiDuk'un önünde saygıyla eğiliyorum, bu anlamda. Her filmini izlediğimde daha da ötesi olamaz dediğim halde bir sonraki filminde bir kez daha dehşete kapılıyorum. 
Evet, doğru tanım bu; filmi izleyip dehşete kapıldım. Hatta dehşetimi atlatamadığımdan Hoejangdan yardım istedim, ki kendisinin bile ağzı açık kaldı.
Büyük yönetmen, büyük senarist ve iyi de bir oyuncu aslında KiDuk. Ama bakış açısı farklı olaylara. Anlatmak istediğini direk anlattığı için mi, sempatikleştirmediği için mi yoksa anlatmak istedikleri bazılarımızı (mesela beni) aştığı için mi bilmiyorum, geriliyorum filmlerini izlerken. Hoş bir an yakalamak adına bütün film boyu bekleyip gözlerim kocaman açılmış olarak filmin bitiş jeneriğini dinliyorum.
Hikaye ilginç, izleyince bende (izleyenler bilir) "Perfume: The Story of a Murderer" etkisi yarattı, ya da  onu hatırlattı. Hem biraz fantastik hem de oldukça gerilimli. 
Ana karakter bir kadın, film boyunca olağanüstü güzel olduğunu düşünmeniz sağlanılan bir kadın. Yani Cha SooYeon zaten güzel bir kadın ama daha da güzel olduğunu hayal ediyorsunuz ya da güzelliğinin doğaüstü bir çekiciliğe sahip olduğunu. Filmin tanıtımında yer alan "kadınların kıskançlık dolu bakışlarına maruz kalmak ve istenmediği halde erkeklerin ilgisini çekmek" tanımı film için yetersiz aslında. Bence filmde güzel bir kadının yaşadıklarından ziyade erkelerin güzel bir kadına bakış açısı anlatılıyor. 
Ve bu kadar kadın erkek muhabbeti yaptıktan sonra açıkça belirtmeliyim ki filmde hiç kadın-erkek ilişkisine değinilmiyor. Bambaşka bir açıdan kadın ve erkek karakterler kullanılarak insan olmak ya da erkek olmak anlatılıyor.
İzlemeyenler ve filmlerden etkilenenler için uyarım erkeklere olan bakış açınız değişebilir.